09 Mayıs 2023 Salı
AYRIŞMAK NİYE?
Ayrışmak nedir? Ayrışmak: Var olan birliği ayrılma yoluyla bozmak, birbirinden ayrılmak, demektir. TDK da böyle söylüyor. Anlayacağınız kelimenin kökü bile sıkıntılı!
Bozmak, birbirinden ayırmak, diyor…
Tıbbi, fenni, coğrafi bir anlamda kullanılsa sorun yok tabi ki de!
Toplumsal anlamda kullanıldığında sorun var…
Kulağa hiç hoş gelmiyor…
İnsanlar neden doğuştan getirdiği özelliklerinden dolayı ayrıştırılır?
Bir cevabı olan varsa bir adım öne çıksın…
Ne deriz; Âdem ve Havva’dan geldik, kökümüz, neslimiz bir…
Dinen değil de bilimsel düşündüğünde de insanın var oluşu yine bir ve tek…
Aklım bir türlü almıyor; insanların inancından, ırkından, dilinden dolayı ayrışmasını…
Aynı, tek olmak mümkün değil…
Aynılaşmak insanın doğasına aykırıdır…
Her toplum özgündür, özeldir…
Toplumlar, kendine has yaşarlar…
Farklıklar en büyük zenginliktir.
Hangi ülke bir ırk, bir din ve de bir dilden oluşmuştur?
Kimse annesini, babasını, ırkını, dilini, dinini, doğacağı yeri seçemez…
Bu kadar net!
Doğuştan getirilen özellikler, kişiden bağımsızdır…
Birine, “Neden tenin siyah?” diyebilir misiniz?
Ya da beyaz…
Ne bileyim neden Arap’sın?
Neden Yahudi’sin?
Hiç hoş şeyler değil bunlar…
Irk, din, dil üzerinden toplum sürekli ayrıştırılıyor…
Var olan birlik, beraberlik bozulmak isteniyor.
Kime ne faydası var?
En güzel şey birlikte yaşamak, bir olmak, diri olmaktır.
Ne kadar farklılık, o kadar zenginlik…
Medeniyetler şehri Hatay!
Hatay’da farklı kültürler bir arada kardeşçe yaşıyor…
Hem de bin yılardır…
Ülkemiz bir mozaikler ülkesi…
Her il aslında bir Hatay!
Boşuna denmiyor, yetmiş iki millet diye…
Bir arada yaşamayı çoktan öğrenmiş bir ülkeyiz…
Biriz, birlikteyiz…
Hem de yüzyıllardır…
Ayrışanların hal ve vaziyetleri ortada…
Ne Irak ne Suriye, Libya, Ukrayna, Yugoslavya, Avusturya, Ürdün, Mısır ne de Afganistan kaldı…
Ders değil mi bize…
Ayrışmak niye!
TEZ YAZILIR!
Tezli ve tezsiz yüksek lisans yapanlar çok iyi bilirler: İki yıl yüksek lisans eğitiminden sonra, bir bitirme tezi hazırlamak gerekir. Hazırlanan bitirme tezi danışman öğretmene verilir, danışman öğretmenin de içinde bulunduğu bir komisyon tarafından tezle ilgi bir sözlü sınav yapılır, kişinin bilgisi ve hazırladığı tez yeterli görülürse kişi yüksek lisans mezunu olur.
Burada konu edindiğim mesele; kişinin yüksek lisans bölümü ile ilgili bilgi düzeyi ya da yeterliliği değil, tezin hazırlanış şekli ile ilgilidir.
Piyasada bir sürü tez hazırlayan kişi ve kişiler vardır.
Verirsin parayı hiç elini dokundurmadan, tez eline teslim edilir.
Bu tezi alır, danışman hocana verirsin iş biter.
Sözlü sınav mı?
Onunda kolayı bulunur…
Mezun olursun yüksek lisanstan…
Sözüm başkasına tez yazdıranlara…
Aslında sözüm başkasına tez yazdıranlara da değil…
Bu eğitim sistemine…
Sistemde”, böyle kanal açılırsa, birileri bu kanalı kötüye kullanır.
Kişilere diyecek bir şeyim yok.
Tezli veya tezsiz yüksek lisansta mantık; dönem ödevi, proje ödevi gibidir.
Kâğıt, kalem israfı, maddi kayıp, zamanın boşa harcanması…
Kes, kopyala, yapıştır…
O bile yapılmıyor…
Tez yazmak bir sektör haline gelmiş.
Ciddi paralar dönüyor…
Tez konusunun zorluğuna göre para isteniyor…
Parayı ver, istediğin konu ile ilgili tezini kalem oynatmadan teslim al!
Tez konusunu bile bilmene gerek yok!
Bir önceki köşe yazımda da dönem ödevleri, proje ödevleri ile ilgili düşüncemi belirttim. Bu tip ödev uygulamalar tamamen çağ dışıdır. İnanın eğitimde bir karşılığı yoktur. Nasıl ortaokul, lise öğrencileri ödevlerini ailesine, yakın çevresine ya da işten anlayan meslek erbaplarına yaptırıyorsa; yüksek lisans öğrencileri de tez ödevlerini başkalarına para karşılığı yaptırıyor.
Bitirme ödevleri, ellerinizden öper…
Danışman hocalar, komisyon üyeleri, tez ödevlerini incelemiyorlar…
Sayfa sayısı muhabbeti!
İlkokuldan başlayan çürümüşlük, yüksek lisans düzeyinde de devam ediyor.
Daha üst eğitim durumlarını konuşmaya hiç gerek yok!
Ne durumda olduğunu siz daha iyi biliyorsunuz…
Birileri bu anlamsız işlere bir dur demeyecek mi?
Eğitimin ilkel yöntemlerine bir el atmayacak mı?
Yeterlilik isteniyorsa, koyarsın sınav, başarılı olan sınavı geçer, başarısız olan kalır.
Bitirme tezi nedir?
Yüksek lisansı bitirmenin ölçütü; sınavlarda aldığın not olmalıdır.
Başkalarının yazdığı bitirme tezi ile yeterli sayılmak, diplomayı almaya hak kazanmak da ne oluyor?
Ne denmiştir: “Yolsuzluk kültürü, kopya çekmeyle başlar.”
Bir yerden bir yanlış yapılmaya başlandı mı, arkası gelir.
Yanlışı görmek, yanlışı düzetmek, eğitimde yol almak akıl ile mantık ile olur.
Ne kadar iyi eğitim, o kadar temiz toplum…
Eğitim, topumun temelidir.
Temel sağlam olursa, toplum sağlıklı büyür ve gelişir…
Hatırlatması benden!
ÖDEV ÖĞRENCİYE Mİ VELİYE Mİ?
Çoğunuz hatırlarsınız; eskiden ortaokullarda, liselerde dönem ödevleri vardı. Sayfalar dolusu dönem ödevi yapılır, öğretmene teslim edilirdi.
Öğretmen, dönem ödevlerini toplar, sayfa sayısına göre not verirdi.
En çok sayfa en çok puan…
Dönem ödevlerinin, eğitim-öğretime ne tür bir katkı sağladığını o zamanlar düşünürdüm kendi kendime, mantıklı bir cevap bulamazdım.
Oysaki dönem ödevinin kendi içinde mutlaka bir amacı, anlamı, mantığı vardı.
Sonradan öğrendim dönem ödevinin amacını: Konu ya da dersle ilgili araştırma yapmak, araştırma konusu ile ilgili bilgi edinmek, öğrenmek…
Daha bir sürü kazanım işte…
İyi de bu dönem ödevi mantığı ile bu amaçlar, hiçbir zaman kazanıma dönüşmedi.
Kâğıt, kalem israfı ve zaman kaybından başka bir işe yaramadı.
Bildik bir döngü döndü durdu…
Kimse de bu döngüyü sorgulamadı, itiraz etmedi, “yanlış nerede?” demedi.
Eğitimde hiç mi bir şey değişmez?
Haksızlık yapmayayım, değişti bir şeyler…
Dönem ödevinin adı değişti…
Şimdilerde adı, proje ödevi…
Sanırım en büyük değişim…
Bir de ödevin yapılış şekli…
Dönem ödevlerinin materyali, kitap, kâğıt, kalemdi; proje ödevlerinin materyalleri, kâğıt, kalem, makas, karton, bant, yapıştırıcı, tel, tahta, boya…
Aklınıza gelebilecek her tür alet, edevat…
Bildiğiniz mimarlık, inşaat, peyzaj, imar, imalat işleri ve kullanılan malzemeler…
Öğretmen, öğrenciye proje ödevi veriyor…
Veli başlıyor proje ödevi ile cebelleşmeye…
Parayla yaptıranı mı istersiniz…
Hatır, gönül araya sokarak, başkalarından destek isteyeni mi istersiniz…
Meslek erbabından para karşılığı yardım alanı mı istersiniz…
Malzemeleri buldum, bulamadım; yaptın, yapmadın; parasını ödedim, ödemedim; zaman kaldı, kalmadı, yarın teslim edilecek, son gün…
Bu hengâme; proje ödevi, öğretmene teslim edilinceye kadar sürer gider…
Eğitim, öğretim; öğrenciye proje ödevi verilmeyince olmuyor mu?
Peki; bu proje ödevinin öğrenci tarafından yapılmadığını, öğretmen bilmiyor mu?
Öğretmen, öğrenciye sormuyor, “Bu proje ödevini kim yaptı?” diye.
“Ödev yapılmış mı” öğretmen ona bakıyor…
Kısacası, proje ödevi verilmiş ve öğrenci ödevi yapmış, getirmiş…
Ödevin kimin yaptığının, nasıl yapıldığının bir önemi yok!
Eğitim-öğretimde gelinen nokta!
Öğretmenler, proje ödevi verme işinden lütfen vazgeçsinler.
Dönem ödevi, proje ödevi adı altında çocuklara ödev vermesinler.
Hiçbir faydası yok çocuğa…
Proje ödevinde amaçlanan; öğrencinin annesini, babasını, ablasını, ağabeyini, akrabasını, yakın çevresini eğitmek; meslek gruplarının bilgi, yetenek, kabiliyetini ölçmek ise o başka…
Öğretmenlerin veliyi eğitmek, meslek guruplarının yeterliliklerini ölçmek gibi bir dertleri varsa, öğretmenlerden ricamdır!
Lütfen belirtsinler!
Ödev öğrenciye mi, veliye mi?
DOĞAYI ANLAMAK
Kim ne derse desin, başımıza ne geldi ise bilimi rehber edinmediğimiz için geldi, gelmeye de devam ediyor…
Daha dün büyük bir deprem yaşadık, binlerce canımız gitti. Bugün, doğu illerinde sel felaketi….
Umarım yarın başka bir felaket yaşanmaz!
Doğanın bir DNA’sı var.
Doğanın DNA’sı ile oynarsanız, doğa bunun bedelini insanlara çok ağır ödetir.
Bakın dünyada bir sürü örneği var.
Yerle bir olmuş, şehirler ve ülkeler…
Ne diyor doğa:
Fay hattımın üzerinde ev yapma, nefes alamıyorum, diyor.
Ovamın düzünde şehir kurma, en yumuşak karnımdır, taşıyamam, diyor.
Dere yatağımdan uzak dur, çok su içtiğimde… diyor.
Doğa, daha bir sürü şey diyor.
Binlerce yıl denemiş, deneyimlenmiş, doğruluğu her koşulda tescillenmiş; doğa ile ters düşüldüğünde insanlık çok büyük bedeller ödemiş.
Bir zaman sonra doğanın dili çözülmüş…
Doğa ile barışık yaşam öğrenilmiş…
Tabii ki, bu barışıklık, doğayı çözen ülkeler için geçerli.
Biz hala doğanın DNA’sını çözmedik.
Tüm mesele doğa ile barışık olma meselesidir.
Bu iş bu kadar basit!
Bunu anlamak için ille de âlim olmak gerekmez.
Doğa ile barışık yaşamak zorundayız.
Bu böyle değil, deme şansımız yok.
Bilim bilim!
Dünyada var olan bütün işlerin bir hesabı kitabı vardır. Hesapsız, kitapsız iş olmaz. Ne iş yaparsanız yapınız, önce; defteri, kalemi elinize alıp yapılacak işin, artısını, eksisini; kârını, zararını tek tek hesaplarsınız; döker, düşünür, tartarsınız; işi yapmak hesabınıza gelirse, kafanıza yatarsa bir yerlerden işe başlarsınız.
Hesapsız, kitapsız bir iş olmaz.
Her şeyde hesap kitap vardır.
Doğada yapacağınız işlerde de defteri kalemi elinize alıp hesap yapmak zorundasınız.
Kendi kanunlarınıza göre değil doğanın kanununa göre yapmalısınız bu hesabı, yoksa evde yaptığınız hesap çarşıya uymaz.
Kar ve rant hesabı bir yere kadardır.
Bedelini gariban insanlar öder…
Buna hakkımız yok.
Doğa ile şaka olmaz, olmuyor da!
Doğanın bu kaçıncı uyarısı…
Neden ders almıyoruz?
İnsan hayatı bu kadar ucuz mu?
Yapılacak şey çok basit; doğanın dengesini bozmadan, doğaya zarar vermeden, doğayı koruyarak, doğa ile birlikte yaşayabilmek…
Bunu yapmak çok zor değil ki!
DEPREM KÜLTÜRÜ
Ülkemizde deprem olduğunu biliyoruz. Nereden biliyoruz: 17 Ağustos 1999’da meydana gelen depremden. Adına Gölcük Depremi, İzmit Depremi, Marmara Depremi de diyebilirsiniz.
Hafızamızda en çok bu deprem kaldı.
Sonra Düzce depremi…
Ülkemizde, Düzce depreminden sonra irili ufaklı toplam 50(elli) dolaylarında deprem olmuş.
Çok büyük bir rakam doğrusu…
İki yılda bir deprem…
17 Ağustos 1999’dan önceki depremleri saymıyorum.
Onları da burada rakamsal olarak yazacak olursam, sanırım şaşar kalırsınız.
Öyle az buz değil, yaşandığı tarihlerde, binlerce insanın ölmesine, binlerce insanın yaralanmasına, binlerce evin yıkılmasına, binlerce insanın evsiz yurtsuz kalmasına neden olmuş.
27 Aralık 1939’da 7.9 şiddetinde gerçekleşen Erzincan depreminde 33.000 kişi yaşamını yitirmiş.
24 Kasım 1976’da 7.5 şiddetinde gerçekleşen Muradiye, Van depreminde 3.840 kişi hayatını kaybetmiş.
6 Eylül 1975’te 6.6 şiddetinde gerçekleşen Lice, Diyarbakır depreminde 2.385 kişi yaşamını yitirmiş.
19 Ağustos 1966’da 6.9 şiddetinde gerçekleşen Varto, Muş depreminde 2.394 vatandaş ölmüş.
20 Aralık 1942’de7.0 şiddetinde gerçekleşen Erbaa, Tokat depreminde 3.000 kişi yaşamını yitirmiş.
27 Kasım 1943’de 7.2 şiddetinde gerçekleşen Kastamonu-Çankırı depreminde 4.000 kişi hayatını kaybetmiş.
1 Şubat 1944’te 7.2 şiddetinde gerçekleşen Gerede, Bolu depreminde 3.959 kişi hayatını kaybetmişti.
Keza diğer depremlerde de binlerce ölüm yaşanmış.
Deprem ülkesiymişiz!
Onlarca deprem olmuş yirmi yılın içerisinde…
Deprem bölgesi olduğumuzu, ülke olarak, yeni fark ediyoruz.
Evet!
Aynen öyle!
O nedenle ölüyoruz!
Ülke olarak, deprem bilinci yerleşmiş olsaydı.
Evler deprem bilinci ile yapılsaydı.
Deprem bilinciyle imar planları hazırlansaydı.
Deprem bilinci ile yapı denetimleri yapılsaydı.
Bu kadar insan ölmeyecekti.
Deprem kültürü!
Deprem bölgesi olan bir ülkenin bir deprem kültürü olmalıydı.
Vardı bir deprem kültürü…
Neydi bu kültür?
Onun cevabını siz değerli okurlara bırakıyorum.
Zararın neresinden dönerseniz kardır.
Hiç değilse bundan sonra, ülkede bir deprem bilinci oluşturalım. Binalar sağlam yapılsın. İmara uygun olsun, yapı denetimi sağlıklı yürüsün.
Tüm halkta deprem bilinci oluşturulsun.
Ülkede büyük çoğunluk, deprem ülkesi olduğumuzu bilmiyor.
Dolayısı ile depremde ne yapacağını da bilmiyor.
Nereye kaçacak, nereye sığınacak, deprem anında nasıl bir pozisyon alınacak!
Kişinin yanında bulunduracağı malzeme ve eşyalar…
Deprem çantası!
Daha bir sürü bilgi!
Çok geç kalmadan bir yerlerden başlamak gerekmez mi?
Ne dersiniz!